MAKALE DEĞERLENDİRMESİ: SAHABE, KUR'AN ve TEFSİR

Makale Değerlendirmesi: Mustafa Öztürk, “Sahabe, Kur’an ve Tefsir”, İlahiyat Akademi Dergisi, s. 7-8 (2018), syf. 133-161.

Mustafa Öztürk tarafından kaleme alınan “Sahabe, Kur’an ve Tefsir” başlıklı makale tefsir-te’vil kavramlarının epistemolojik ayrımından hareketle sahabenin Kur’an-ı Kerim ayetlerinin yorumundaki konumu üzerinde durulmaktadır. Yazarın ifade ettiği üzere günümüzde tefsir kavramı ile te’vil kavramı genellikle aynı veya yakın anlamlarda kullanılmaktadır. Ancak İmam el-Matüridî’nin (ö. 333/944) naklettiği ayrım referans olarak alındığında bu iki kavram arasında epistemolojik olarak bir fark görülmektedir. Matüridî’ye göre tefsir, nüzul ortamında Kur’an’ın ilk muhatap kitleye ne söylediğini keşfetme çabasıdır. Buna göre sahabe neslinin Kur’an-ı Kerim’i anlama gayreti ve Hz. Peygamber’in kontrolündeki yorumlama çabası tefsir olarak adlandırılmakta, böylelikle bu kavram ilk nesil ile sınırlı kalmaktadır. Buna karşılık olarak ise te’vil, hali hazırda vuku bulan ve gelecekte de vuku bulması muhtemel olan meselelere dair Kur’an ayetlerinin anlaşılması çabası ile ortaya konan yorum şeklinde tanımlanmaktadır. O halde tefsir, vahyin nüzul ortamında yorumlanması ile sınırlı iken, tefsiri dayanak noktası yapmak suretiyle sonraki dönemlerde Kur’an-ı Kerim’in yorumlanması te’vil kavramı ile ifade edilmektedir.


Günümüzde sahabenin göz ardı edilmesi suretiyle Kur’an-ı Kerim’i yorumlamaya kalkışmak kabul edilebilir bir yöntem değildir. Zira vahyin anlaşılmaya çalışılması, açıklanması ve yorumlanması çabasında sahabeyi dikkate almak bir tercih değil, zorunluluk olmalıdır.

Hz. Peygamber hayatta iken sahabenin Kur’an-ı Kerim ile olan ilişkisi, hem bu dünyayı hem ahireti idrak çabası olarak değerlendirilmektedir. Onlar, Kur’an’ı anladıklarından herhangi bir şeyi değil, bu dünyada neyin olup bitmekte olduğunu ve öte dünyada nelerle karşılaşacaklarını farklı bir gözle idrak etmektedir. Hz. Peygamberin hayatta oluşu ise bilmediklerini ona sorma imkânını beraberinde getirmektedir. Bu onlar için Kur’an-ı Kerim’in açık bir metin olmasını sağlamaktadır. Ancak nüzul döneminin sona ermesi ile birlikte Kur’an ve anlama konusunda ciddi bir kırılma yaşanmıştır. Nitekim Kur’an iki kapak arasında bulunan kapalı bir metin haline gelmiştir. Tabiin diye anılan ikinci nesil işte böyle bir metinle tanışmıştır. Bu nesil, şifahı hitabı anlamayı kendiliğinden beraberinde getiren zaman, mekân ve yaşanmışlık gibi unsurlardan ve Hz. Peygamber’in tebliğ ve tebyininden mahrumdu. Bu yüzden Said b. el-Müseyyeb (ö. 94/713) ve Kasım b. Muhammed (ö 107/725) gibi meşhur tabii fakihleri Kur’an tefsiri konusunda ciddi anlamda çekingen davranmışlardır.

Tabiinden gelen rivayetlere bakıldığında, bu neslin Kur’an vahyinin nüzul bağlamıyla kendi aralarındaki tarihi mesafeyi kapatmak gibi bir amaca mebni oldukları görülmektedir. Yöntem olarak sahabenin ilgili ayetler bağlamındaki sözlerine başvurdukları görülmektedir. Ancak her sahabinin Kur’an’ı anlama gayretinin olmaması, pek çok sahebenin ahirete irtihal etmesi ve yeterli malzemenin bulunmaması nedeniyle bu dönemde re’y ve içtihada da başvurdukları müşahede edilmektedir.

Sahabe nesline yeniden dönecek olursak, sünnet dediğimiz şey, sahabe nesli için Hz. Peygamber’in bizatihi ve fiili rehberliği idi. Bu nedenle Kur’an’ın anlaşılmasında da yegâne otorite Hz. Peygamber’di. Böylelikle o dönemde sahabe arasında Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında ihtilaflar pek vaki değildi. Vahyin nüzulünün sona ermesinden sonra çıkan ihtilaflarda da sorunun çözümünde “yaşayan sünnete” müracaat edilmekteydi. Sahabe, Hz. Peygamber’in 23 yıllık tecrübesini sonraki dönemde ortaya çıkan yeniliklerin çözümünde temel referans kaynağı olarak almakta ve re’y ve ictihad ile çözüm yoluna gitmekteydi. Örnek vermek gerekirse müellefe-i kulûba zekâttan pay verme konusunda sahabeden Hz. Ömer, ictihadi olarak Hz. Peygamber dönemindeki şartlarla kendi dönemindeki şartları kıyas etmiş ve artık müellefe-i kulûbun böyle bir hakkının olmadığı kanaatine varmıştır. Bu örnekten hareketle, bu ictihad ister hükmü askıya almak, ister tümden kaldırmak diye yorumlansın, sonuçta sahabenin toplumsal düzen ve hukuk alanıyla ilgili Kur’an ahkâmının her durum ve şartta uygulanmak maksadıyla nazil olmadığı bilincine sahip oldukları, bu yüzden de hükmü içeren ayetteki lafızların zahiri mana ve mucibi ile içinde bulunulan şartlar örtüşmediği, dolayısıyla ilgili hükmün sağlayacağı faydanın gerçekleşmediği tespit edildiğinde kendi hayat pratiklerinde hükmün tatbikine son verdikleri görülmektedir.

Sahabenin benzer durumlarda kendi re’y ve içtihadına başvurmalarının referansı olarak Muaz b. Cebel’ib Yemen’de kadılık yaparken herhangi bir meselede nasıl hüküm vereceğiyle ilgili olarak Hz. Peygamberle olan diyaloğu karşımıza çıkmaktadır. Bunun yanında Hz. Ömer’in Kûfe kadısı Şüreyh’e (ö. 80/699) gönderdiği mektuptaki benzer ifadeler de dikkatleri çekmektedir.

Sonuç olarak, Kur’an’ın metinsel varlığının mevcut sorunları çözmeye yetmediği, Hz. Peygamberin açıklamalarının desteğine ihtiyaç bulunduğu anlaşılmakla birlikte çok geçmeden bu desteğin de yetersiz kaldığı görülmüştür. Bu nedenle re’y ve içtihadın sahabe devrinde mevcut ve yaygın bir kullanım alanına sahip olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir.

O halde, Kur’an’la olan ilişkinin sünnet ve bilhassa yaşayan sünnete dayalı bir perspektifle değil de iki kapak arasında kayıtlı bir Mushaf metnindeki lafızlar yoluyla kurulması ve özne-nesne ontolojisine dayalı bu ilişki bağlamında anlaşılıp yorumlanmaya çalışılması, sorun çözücü olmaktan ziyade sorun üreticidir.

Sahabenin tefsirdeki otoritesi ve hüccet değerine gelince, bir sahabinin herhangi bir ayetin ne zaman, nerede nazil olduğu ve ne hakkında konuştuğu hususundaki sarih beyanı ile modern dönemdeki bir Kur’an araştırmacısının aynı ayetle ilgili yorumunun eşdeğer olup olmadığı meselesini tartışmak gerekmektedir. Geçmiş ulemanın konu ile ilgili düşünceleri ele alındığında İbn Teymiyye önceliği Kur’an’ın Kur’an ile tefsirine vermekte, ikinci kaynak olarak ise nebevi sünneti zikretmektedir. Her ikisi yetersiz kaldığında ise sahabe kavline başvurulması gerektiğini ifade eder. Daha sonra ise sahabe müfessirlerin tedrisatından geçmiş olan tabiin âlimlerine müracaatın gerekliliğine dikkat çekmektedir.

Sahabeden gelen rivayetler genellikle mevkuf kategorisinde kabul edilir. Ancak vahyin nüzul sebebi gibi Hz. Peygamber’den öğrendikleri kesin olan hususlara dair rivayetler takdiren merfu kategorisindedir. Mevkuf rivayetlerle ilgili olan görüşlerden en çok dikkat çekeni, sahabenin kendi re’y ve içtihadına göre açıkladıkları hususların doğru ve isabetli olma ihtimalinin yüksek olduğu şeklinde olanıdır. İbn Teymiyye ve İbn Kesir gibi âlimler de bu görüştedir. Çünkü sahabe nüzul döneminde yaşamış ve bu ortama tanık olmuştur. İsabet etme ihtimalleri çok yüksektir.

Re’y ve içtihad isabetli de olabilir, hatalı da olabilir. Bu sahabe için de geçerlidir. Dolayısıyla hiçbir sahabe kendisini hüccet olarak kabul edip diğer insanları bu görüşe davet etmemiştir. Hatta sahabilerin birbirlerine itirazları da mevcuttur. Diğer taraftan sahebenin tefsir ile ilgili rivayetleri de kaynaklarda çok denecek kadar değildir.

Sonuç olarak, Kur’an’ın evrensel mesajını bugüne taşımada sahabeyi ve sünneti ölçüt almadan geliştirilen yorumlar, ilahi kelamın kutsiyetine ve asli işlevine fazladan bir şey katmamaktadır. Bu nedenle Kur’an’ı anlama çabasında sahabenin atlanılması sahih olmayan bir anlayıştır.

Ömer Faruk Kavuncu

MAKALEYE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK DÖNEMDE MÂTURÎDÎ ve EŞ‘ARÎ KELAMCILARINDA YÖNTEM

Netflix'te Fasih Arapça Çizgi Film Önerileri

SOCIAL DILEMMA - SOSYAL İKİLEM BELGESELİNDEN NOTLAR (BELGESEL ÖNERİSİ)